SUNAY AKIN

AYIN RÖPORTAJI / SUNAY AKIN

Sunay Akın

Şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tiyatro oyuncusu, toplum bilimcisi, müze kurucu, gerçek bir kitapsever, ayaklı bir kütüphane, pek çok güzel çok sıfatı olup da ısrarla gidip sadece insan sıfatına yaslananlardan. Güzel yürekli adam, sanat ve fikir ehli, gerçek bir entelektüel, muazzam bir bilgi birikimi, güçlü bir ifade yeteneği, oldukça mütevazi, mümtaz ve de cesur, saatlerce sohbet edilesi… İnsan nasıl anlatır ki Sunay Akın’ın da onu okuyacağını bile bile Sunay Akın’ı.  Kendisi de çok keyifli anlatmış zaten kendini…

Sokakları yokuş olan Trabzon’un, düz yer özlemiyle yapılan teraslı evlerinin birinde geçti çocukluğum. 1969’un 20 Temmuz gecesi, Ay’daki insanı görürüm umuduyla o terastan baktım gökyüzüne. O yıllarda dedeler şapkalı ve bastonlu olduğu için Şarlo’ya da aynı terasta özenmem zor olmadı. Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarının arkasına yazılı şiirleri okudum. İlk şiirimi, gardroptaki boş bir askıya yazdım ve ‘üşümüyor musun?’ diye sordum. Terzi babamın dükkanından aldığım kumaş parçalarını haritalardaki ülkelere benzeterek ceplerime doldurur, dünyayı ceplerimde taşıyacak kadar güçlü olduğuma inanırdım. Gördüğüm tüm telefon kulübelerine girdim, çıktım.. Ama, Süpermen’e uçma gücünü veren o sihirli telefon kulübesini hiç bulamadım! Trapezcilerin pelerinlerini çok sevdim bir de.. Kanatları olmadığı için uçmanın sırrının pelerinde olduğunu düşündüm ve bir gün evdeki bir perdeyi boynuma asarak çıktım sokağa. Annemin sesindeki sert rüzgarla da eve döndüm!

İstanbul’u ilk kez 7 yaşında gördüm ve babamın beni götürdüğü ilk yer de Arkeoloji Müzesi oldu. Trabzon’a geri dönünce bir çekmeceye annemin yüzüklerini, kolyelerini, küpelerini koyarak arkadaşlarımla ‘müzecilik’ oynamak için sokağa çıktım. Oyun ‘Süpermencilik’ gibi çok uzun sürmedi!

Televizyondaki bir diziyi hiç kaçırmadım. O dizi başlamadan önce ekran ile arama çamaşır leğenini koyardım ve seyrederken başımı sürekli olarak suya daldırdıp, çıkarırdım. Bu yüzden, Kaptan Cousteau’nun arkasında, ona en yakın yüzen dalgıç olduğuma inandım.. Ama kendini sürekli olarak ‘Çocuk Ruh Doktoru’nun karşısında buldum!

Yağmur suyundan okyanuslara, derelerden göllere yaptığım binlerce kağıt gemiyi bıraktım. Sonra, bu işten emekli oldum. Bu yüzden ilk ünvanım ‘kağıt gemilerden emekli kaptan’dır.

Futbolda doksan dakika arkadaşlarına sırt çevirmeyen tek oyuncu olduğu için kaleciliği sevdim. Hezarfen Ahmet Çelebi ve Süpermen olamadım ama kaleci olarak uçtuğumda kimse beni yadırgamadı.

Üniversite yıllarında, Cağaloğlu yokuşunu çıkan şairlerin ve yazarların iki, üç adım arkasından yürüdüm; sohbetlerinden yere düşen sözcükleri toplamak için. Kız Kulesi’ne çıkarak, bu tarihi mekanı ‘Şiir Cumhuriyeti’ni ilan ettim. Hayallerimi anlattım ama o yeri bile çok görüp, şiir akşamları, resim sergileri, konserler düzenlediğim küçük adadan kovuldum. O günden beri, Şiir Cumhuriyeti’nin devrik Cumhurbaşkanı olarak yaşıyorum.

Hayatımdaki en önemli ödül ise Cemal Süreya’nın benim için ‘İlk şiirlerinden biriyle uçtu çocuk’ demesi oldu…  Uçmak!.. Bundan daha büyük bir ödül kazanamayacağıma inanıyorum.

Sunay Akın
  • Sunay Bey siz benim gözümde sanki her konuda donanımlı sesli bir ansiklopedi gibisiniz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Aslolan öyküdür. Ben edebiyatçı yazarım. Bir edebiyatçı, tarihi, sosyolojiyi, felsefeyi, coğrafyayı ve psikolojiyi de çok iyi bilmek zorundadır. Ben bu yüzden bu sözünü ettiğim disiplinleri kullanıyorum. Önemli olan senfonidir, yani çok iyi besteci olmanız gerek. Çok iyi bir enstrüman çalabilirsiniz ama bu sizin iyi bir besteci olduğunuz anlamına gelmez. İşte ben o besteciyim. Dolayısıyla tarih, edebiyat, coğrafya, felsefe psikoloji bunlar benim enstrümanlarım. Arada bir yanlış nota olabilir ama önemli değil düzeltilebilir.

  • Siz usta bir anlatıcısınız. Her fırsatta her mecrada anlatıyorsunuz. Sosyal medyayı da çok verimli ve aktif kullanan birisiniz. Hiç ‘’Sıkıldım artık, yazmıyorum da anlatıyorum da, zaten de kimse anlamıyor’’ dediğiniz oldu mu?
Sunay Akın

Asla, asla asla. Bu toplum gerçekten asildir. Ben halkımızı tanıyorum. Ben yüksek yerlerden onlara konuşan, onlardan oy isteyen, onların varlığı üstüne kendi çıkarlarını kurmaya çalışan biri değilim ki. Ben onların çocuğuyum ya. Ben mahalle çocuğuyum ya. Bu insanların çocuğuyum. Ben onları tanıyorum ve çok seviyorum. Sıkılmadan da yazarım ve anlatırım.

  • Peki yeterince anlatabildiniz mi? Böyle gitmek isteyip de gidemediğiniz yerler kaldı mı? Genelde yerel yönetimlerden mi davet alıyorsunuz?

Kolay olmuyor tabi, zorluklar oluyor ama davetler alıyorum ve gidiyorum, ben Dünya’nın heryerinden davet alıyorum. Türkiye’nin pek çok iline gidiyorum. Ne yazık ki artık OHAL’den  dolayı  doğuya eskisi gibi rahat gidemiyoruz. Çünkü bu tür etkinliklere izin verilmiyor. E tabi oradaki yerel yönetimin de burada rolü var, daha aktif olsalar, düşünceyi edebiyatı talep etseler gideriz tabi. Örneğin kendi şehrimde Trabzon beni hiç çağırmıyor. Yani ukalalığıma verin, değil Türkiye, dünyanın dört bir yanından davetler alıyorum ama doğduğum şehir olan Trabzon, benim kültürümün kenti Trabzon, benim Türkçeyi öğrendiğim şehir Trabzon beni davet etmiyor. Bu oradaki insanların basiretsizliği ve edebiyat sevmezliği ya da ötekileştirme ve cepheleştirme politikaları. Ben particilik yapanları hiç sevmem. Bütün partilere saygım var ama particilikten nefret ederim. Çünkü bir insan seçilir bir yerde belediye başkanı olur artık oy aldığı almadığı herkesin belediye başkanıdır o. Sadece seçenlerin değil. Bunu kendinde içselleştirmeli. Gelişmiş ülkelerden böyle olduğunu görüyoruz. Avrupada pek çok ülkede orada yaşayanlar belediye başkanının hangi partiden olduğunu bilmezler bile. Unutur daha doğrusu… Bu da bize özgü durumlardan.  Particilik çirkin ve utanç verici bir şeydir. Benden ya da değil diye ayrıştırmak davetten kaçınmak da insanlık değil.

  • Siz çocukları çok seviyorsunuz ve çocuklar için çok güzel çalışmalar yapıyorsunuz. Benim kızımın buraya yani Oyuncak Müzesine gelmek en büyük hayallerinden biri. Çocukların genel olarak psikolojisini nasıl gözlemliyorsunuz?
Sunay Akın
Sunay Akın

Atalay Yörükoğlu, çocuk psikiyatristi. Bir derste öğrencilerine şunu söylemiş. Bu yaşıma kadar Türkiye’nin her yerinden anne ve babalar çocuklarını bana getirdi. Dediler ki, ‘’Hocam bu çocuk garip, muayene edin.’’ Ben merak etmeyin dedim onlara, çocukları aldım oyuncak odasına götürdüm ve onlarla sadece arkadaş oldum ve oynadım. Anne ve babalarını tedavi edip geri gönderdim. Çocukların evcilik oynarken ya da sofraya oturduklarında TV programlarındaki o kötü diyalogları taklit etmeleri yine anne babalarından kaynaklanır. Neden anne baba TV de güzel olan programları açıp çocuklarına örnek olmazlar. Çünkü az önce bahsettiğimiz o kötü programları anne ve babalar seyrediyor. Burada sorun kimde? Çocukların ne suçu var? Bana gelip soruyorlar. ‘’Çocuğumuz kitap okumuyor ne yapalım?’’ diye. Diyorum ki, çocuğunuz sizi evde yemek yerken görüyor, tv seyrederken görüyor, kavga ederken de görüyor, peki çocuğunuz anne babasını karşılıklı oturmuş kitap okurken görüyor mu? Görse bana bu soruyu sormazsınız. Sorun burada. Picasso der ki, ‘’Her zaman bir çocuk gibi resim yapmayı istedim. Çocuklar bakıma muhtaç, korunması gereken, eğitim alması gereken varlıklar değiller, çocukların bize ihtiyacı yok, bizim onlara ihtiyacımız var. Onların o merak eden araştıran, soru soran, öğrenmeye çalışan, her günü heyecanla yaşayan, kendilerini geliştirmek arzusuyla ışık ışık dünyaya bakan gözlerine ihtiyacımız var’’

  • Buraya gelince ben niye büyüdüm ki dedim içimden. Çünkü bir çok duygumun yok olduğunu fark ettim ve büyüdüğümü fark edip hüzünlendim.

Ben sana bir şey diyeyim mi Umut ? Al bunu yaz. ‘Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler’.  O kaybettiğin özgür dünyayı gördün burada işte. Pırıl pırıl araştıran heyecan duyan o dünyamız. O dünyamızı nasıl yok ettiler değil mi?

  • Yani evet biz çok mutlu çocuklardık. Acaba şimdiki çocuklar da bizim kadar mutlular mı diye düşündüm bu oyuncakları görünce … Sizce ?

Umut doğa bizim oyuncağımızdı, sahil kenarları bizim oyuncağımızdı, boş arsalar vardı oralarda taşı kaldırırdık, altındaki böceklerle oynardık. Yani National Geographic gibi bir hayat sürerdik. Araştırmacı merak eden çocuklardık, ateş böceklerinin arkasından koşardık geceleri. Bugün TV de izlediğimiz National Geographic programlarındaki araştırmacı bilim adamları biz çocuklardık.

Oyuncak Müzesi
  • Ben apartman dairesinden bahçeli bir eve sadece kızım bahçede büyüsün, börtü, böcek, ağaç görsün diye taşındım. Kızım da dört yaşlarındaydı ve taşındığımız ilk günün sabahı uyandı bahçeye çıktı ve ağaca sarıldı ve günaydın ağaç dedi! Hem çok mutlu oldum hem de çok da tuhaf hissettim.  ‘Seni her fırsatta parka götürdüğüm ve orada da ağaçlar vardı neden onlara hiç sarılmadın da bu ağaca sarıldın diye sordum Derin’e ? Hemen bilmiş bilmiş cevap verdi  ‘Anne o herkesin ağacıydı, bu bizim bahçemizin ağacı’

Ne güzel bu işte! Alice harikalar diyarına hoş geldin. Bir çocuğun bir ağaç arkadaşı oldu bak işte bu çok güzel. Kim bilir neler hissettirdi o ağaç kızına, ne hayaller kurdu. Çok güzel…

  • Son dönemlerde böyle çocuk oyuncaklarına bakıp da keşke bizim dönemimizde de bu oyuncak olsaydı dediğiniz bir oyuncak var mı?

Hayır, hiç yok. Artık oyuncakla da oynamıyor çocuklar. Bilgisayar oyunlarıyla oynuyorlar. Bilgisayar oyunlarını da ben labirente benzetiyorum. Labirentin ortasına peyniri koyarız, fareyi bırakırız, fare o labirentin koridorlarında, peynirin kokusunu alarak ona gitmeye çalışır. Fare sonunda peyniri bulur sevinir. Oysa fare bir şey bulmadı ki. Zaten peynire giden bir tek yol vardır labirentte. Onu da oraya ben koydum. Fare bir şey yapmadı ki, bilgisayar oyunlarını oynayan çocuklar labirentin koridorlarında peynir kovalayan fare gibidir. Kendilerine ait yaratıcı hiçbir düşünceleri yok. Sonunda başardım kazandım diye bağırır. Ama oyuncakla oynayan çocuk o oyunlarda senaristtir, yönetmendir ve başrol oyuncusudur. İstediğimiz bu, her çocuk kendi hayal dünyasını kurmalıdır.

Oyuncak Müzesi
  • Peki, gelecek nesile inanıyor musunuz? Yani labirentin koridorlarında peynir kovalayan çocuklara?

Tabi ki hiç bir şey eskisi gibi olmaz, her şey değişiyor, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Ama bu değişim geleceğe yönelik mi yani olumlu mu olumsuz mu onu sorgulamamız gerek. Yani her değişim gelişim değil, sonuçta dünyada teknolojik gelişimlerin olduğunu görüyoruz. Ama onlar üretiyorlar biz satın alıyoruz. Öyleyse bizimki asla gelişim değildir. Biz sadece parkları yeşil alanları yok edip, barajlar binalar gökdelenler yapıyoruz. Biz sadece doğayı katlediyoruz. Bu gelişim değildir. İstanbul örneğin; büyük bir değişim içinde işte sözünü ettiğimiz binalar dikiliyor, yaşam alanları yok ediliyor, doğa kirletiliyor, bunların üzerine gelecek neslin mutlu olacağına inanabiliyor musunuz? Ben inanmıyorum. Biz Barbaros’un Kılıç Ali Reis’in Cezayirli Hasan Paşanın torunlarıyız diye seviniyoruz. Onlar ünlü denizcilerimiz değil mi? Bizim denizcilerimiz denizde yol yapıp üstünde gemi ile giderlerdi biz, denizi doldurup üstüne yol yapıp üstünden arabayla gidiyoruz. Bu gelişim midir? Yollar da duble. Denizi doldurup duble yol yaptım diye övünüyorsun bir de Osmanlıyım diyorsun, bu gelişim midir? Türk hükümetinin limanlar arasında sefer yapan bir tane gemisi yok. Bütün limanları sattık, bütün tersanelerimizi kapattık. Fatih Sultan Mehmet’in kurmuş olduğu Haliç tersanesi on on beş yıl önce kapatıldı. Ne oldu denizler mi bitti?

Oyuncak Müzesi
  • Son dönemin çocukları Gezi’de gayet güzel tepkilerini ortaya koydular. Ağaca sarıldılar, yeşile sarıldılar. Tepkilerini dile getirdiler ve siz orada çok önemliydiniz. Hem çocukları tanıyan bilen bir figürdünüz hem de yetişkinlerin dünyasına girebilen bir figürdünüz. O süreçten mutlu musunuz?

Gezinin en büyük güzelliği arkasında hiçbir örgütün olmamasıydı. Bu yakın tarihimizde son on yılımızda siyasi gerilimin ortaya çıkardığı bir volkandı. Nasıl ki bir deprem birden bire olmaz toprağın altında bir gerilim oluşur yıllarca ve oradaki enerji açığa çıkar işte buna biz deprem diyoruz. Yakın tarihimizde de politikacılar toplumu o kadar kötü yönettiler ki, böyle bir gerilim oluştu, o gerilimin bir deprem gibi ortaya çıktığı olaydır Gezi. Politikacılar kendilerini sorgulamalı. Biz ne yaptık diye bir özeleştiri yapmalılar. Türkiye için gerçek bir şanstı bu ama yapmadılar. Gezinin en dezavantajlı tarafı da yine arkasında bir örgütün olmamasıydı. Çünkü yağmur yağar, bir baraj olursa bundan elektrik çıkar, gezinin böyle barajı yoktu çünkü örgütü yoktu. Dolayısıyla toplumun geleceğini aydınlatacak bir şey çıkmadı.

Aslında gezinin arkasında da örgütler vardı, ama onlar hiç kimsenin gezinin başlangıcını bilmeden önce yani o çadırlar yıkılmadan önce mücadele veren  sivil toplum örgütleri mimarlar odası, çevre mühendisi odası, gezi dayanışma denilen o bölgede oturan insanların kurduğu sivil toplum örgütleriydi. Bunlar güzel çalıştılar ama bu örgütler Türkiye’nin yakın tarihinde birikmiş o enerjiyi taşıma ve temsil etme gücüne doğal olarak sahip değillerdi olamazlardı da zaten…

Oyuncak Müzesi

Gezinin hedefinden şaştığına inanıyor musunuz?

Hayır, şöyle söyleyeyim. Türkiye için büyük bir şanstı, neden biliyor musun? Demokrasi bir arada yaşama kültürüdür ve uzlaşma rejimidir. Yani senin dediğin benim dediğim değil, senin farklı düşünmen benim zenginliğim, benim farklı düşünmem senin zenginliğindir. Demokrasi budur, işte bu şekilde sonuçlanmadı. Yani orada bir siyasi egemenlik kaygısına gidildi. Deprem olunca politikacılar sismologlardan yer bilimcilerden akıl alır. Şimdi şunu soruyorum gezi süresince hangi politikacı gidip toplum bilimcilerden sosyologlardan akıl aldı? Hiçbiri! -Bilim insanlarına sor, halka in ve sor! Biz gezi dayanışma olarak ne yapabiliriz diye düşündük, gerginlik olmasın, bir sorun var ama buradan bir güzellik doğabilir dedik. Gittik gezi parkının sahibi kimdir İstanbul Büyükşehir belediyesi. Halkın seçtiği herkese ben saygı duyarım. Demokrasiden başka bir rejim tanımam ben, en kötü demokrasi diktatörlükten iyidir. Kadir Topbaş Bey’e dedik ki, ‘’Geziye parka gelin, biz sizi getirelim bizle beraber gelin, yanınızda biz varız merak etmeyin bir iki kişi bağırırsa konuşun’’ dedik. Aslında gezinin ne olduğunu niye başladığını kimse bilmiyor bile. O ağaçlar niye kesilmek istendi biliyor musunuz? Çünkü o taksim projesinde ağaçların olduğu divan otele bakan bölümündeki yola projeyi hazırlayanlar kaldırım koymayı unutmuşlar.

Sunay Akın

Bunu ben de bilmiyordum !  Demek kaldırım koymayı unutanlar yüzünden başladı gezi ? çok ilginçmiş. Kimse bilmiyor ki, müteahhit kendi kafasına göre dozeri içeri sürerek ağaçları keserek kaldırım yapmaya çalışıyor. Ben de bunu Sayın Kadir Topbaş’tan öğrendim. Tabii ben de dedim ki, ‘’Siz otobüslerin rengini halka sordunuz, vapurları halka sordunuz, halktan uzaklaşan biri de değilsiniz ki lütfen gelin buraya’’ dedim. Gelmedi , gelemedi, gelseydi keşke… Zamanın Başbakan’ı Sn. Recep Tayyip Erdoğan da çok çağrıda bulunmamıza karşın gelmedi. Niye gelmiyorsunuz ki? Ben politikacı olsam halka inerim, politikacı demek o insanların sorunlarına çare olmak demek, kendi menfaatime kendi çıkarıma, kendi banka hesabımın çıkarına çalışmak için bir koltukta oturmam. Ben politikacı olsam gezide halka ilk giden ben olurdum. Ayrıca niye bir insan yüz tane korumayla gezer ki? Ben gezmem, hakaret sayarım kendime. Eğer bir politikacı gerçekten halkına hizmet etmek istiyorsa çadırlar yakılırken oraya ilk giden o politikacı olmalıdır.

  • Siz çok da iyi bir okursunuz. Çocuklara ve ailelerine bir kitap önermenizi isteseydik? Anneler babalar önerinizi dikkate alacaklardır ve mutlaka okuyacaklardır diye düşünüyorum.

Japonya’da bir yıl içinde, bir kişiye düşen kitap sayısı 24. Almanya’da 16. Fransa’da 14. Türkiye’de bir yıl içinde bir kitaba düşen kişi sayısı da 6. Daha geçen hafta okuduğum yeni yapılmış bir çalışmadan bahsedeyim. Bir Türk günde altı saatini TV karşısında geçiriyor, günde ortalama üç saatini sosyal medyada geçiriyor ve günde bir dakika kitap okuyor. Ne yapmamız gerektiğinin yanıtı burada değil mi? Yani tahlil yapılır teşhis konulur reçete yazılır, bizim neyimiz eksik? Bilgi eksik. Demokrasi ölçülen bir değerdir ve değeri sandıkla ölçülmez, demokrasi bir gün içinde bir kentin meydanında insanların kullandığı ortalama sözcük sayısıyla ölçülür. Örneğin, Kadıköy meydanında kalabalık var ve insanlar konuşuyor değil mi? Eğer orda ortalama altı yüz sözcük kullanılıyorsa demokrasinin çıtasını kıl payı geçtik demektir. Dört buçuktan beş. Yeterli değil ama iyi. Niye meydanı örnek verdim çünkü her düşünceden her sosyal yapıdan insan vardır. Alt sınır altı yüz sözcüktür. Demokrasi niye kullandığımız sözcüklerle ölçülür biliyor musunuz? Çünkü beynimizde taşıdığımız sözcük sayısı kadar kendimizi anlatabilir ve karşımızdakini de anlarız da ondan. Türkiye’de bu çıta iki yüz sözcüğün altına düşmüştür.

Umut Karabacılı

 

Biliyorsunuz ki Didim’den geldim ve İdea Dergi’si adına sizinle sohbet ediyorum. Didim’in okunan dergisiyim. Sizin röportajınızı da Didimli okuyacak. Yerel yayınlar, yerel dergiler hakkındaki görüşlerinizi bilmek isterim?

Eğer bir ülkede ulusal kanallar, gazeteler, televizyonlar çok okunuyor seyrediliyorsa o ülkede demokrasi tam manasıyla olamaz. Demokrasinin olduğu gelişmiş ülkelere baktığımızda yerel basının önde olduğunu görürüz. Çünkü herkes kendi bulunduğu yere sahip çıkacak. Örneğin Almanya’da, Japonya’da ya da Amerika’da o kasabanın dergisi, gazetesi, televizyonu seyredilir okunur. Yan kasabada ne olduğunu bilmez bile. Çünkü yerel yayınlar, dergiler gazeteler yaşadığı yerin sorunlarına insanına sahip çıkıyor. Eğer Didim’liler kendi gazetelerine dergilerine sahip çıkmıyorlarsa kusura bakmasınlar, hiç ağlamasınlar.

  • İdea Dergi proje kapsamında Didim’in kardeş şehirlerine de gidiyor. Yunanistan’a, Almanya’ya ve İngiltere’ye de gidiyor düzenli olarak. Medusa ve Apollon Tapınağı’nı biliyorsunuzdur mübadil göçleri olmuş. Sizden Didim’e dair bir hikâye dinleyebilir miyiz? Sizin hikayeleriniz çok güzeldir.
  • Oyuncak Müzesi

Şimdi Ege Grek değildir. Grek kültürünün etkisi vardır. Çok güzel şeyler yapmışlar Ama Truva farklıdır. Mesela Fatih İstanbul’a girdiğinde Truva’nın öcünü almıştır. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşını kazanınca da Hektor’un intikamını aldık demiştir. İşte bunlar Ege dediğimiz kültür ve medeniyetlerdir. Sanat ışık tanrısıdır Apollon. Grek değil Ege’lidir. Bizim çocuğumuzdur. Anadolu’nun çocuğudur sanat ışık tanrısı Apollon.

1930’lu yıllarda Hitler iktidara geldiğinde, Alman mandacılığı bizde devleşti. Almanya’nın yanında savaşa girmek isteyenler çoğaldı. Onlar tırnak içinde Türk İslam sentezi diye bir düşünce ortaya attılar. Türk ve İslam olmayan her şeyi reddettiler. 1071 Türkler Malazgirt’e giriyor. Alparslan büyük bir zafer kazandı gerçekten. Alparslan’ın karşısında Diyojen’in yanında savaşan askerler kimlerdi? Onlar da Türklerdi. Doğu Roma’nın doğu lejyonu Anadolu’daydı. İşte düşman mantığıyla gittiği zaman tarihi kirletiyorsun. Ben bu topraklarda kiracı değil toprak sahibiyim. Hititler de benim, Frigya’lılar da benim, Lidya’lılar da benim. Sen bana Türk, Kürt, Çerkez falan deme onlar dünkü çocuk. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür politikalarında olduğu gibi bankalara bile Sümerbank dememizdeki asaletti  işte bu… Cumhuriyet döneminde Atatürk kültür politikasını kendinden önceki medeniyetlere saygı üzerine kurmuştur. Tıpkı ikinci Mehmet’in yaptığı gibi. ‘. Mehmet İstanbul’a girer girmez 29 Mayıs günü Ayasofya’ya gitti. Çünkü Ayasofya’nın önünde Jüstinyanüs’ün heykeli vardı. Jüstinyanus kim? Ayasofya’yı yaptıran kral. Fatih ona saygısını sundu. O heykel orada doksan yıl durdu. Ben o heykelin varlığına dair görsel metinler belgeler buldum. Hiç kimse o heykele ucube demedi kaldırmadı. Benim atam bu işte. Ermeniler İstanbul’a gelemiyordu.

İdea Dergi

Fatih onlara patrikhane kurdu. Düşünce özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, işte 1930 lu yıllarda ortaya çıkan Türk İslam sentezinin bütün bunlara aykırı olduğunu görüyoruz. O da Nazizm’in etkisiydi. Hitler iktidara geldiğinde ‘’Ne mutlu Türk yaratılana.’’ diye bir söz ortaya çıktı. Çünkü Nazizm’de ari ırk kavramı vardır. Yani tanrı tarafından seçilmiş üstün ırk anlayışı vardır. Bizdeki Alman mandacılar da buna körükle gitti. Buna istinaden Atatürk yaptığı konuşmayı nasıl bitirdi? ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ Yani tanrı tarafından yaratılmış üstünlük kavramı saçmalıktır bu kültüre ait insana ait bir söylemdir. Dünyanın en antifaşist en güzel en hümanist sözlerinden biridir ‘’Ne mutlu Türküm diyene sözü. 1933 yılında söylenmişti. Ama sen bu sözün söylendiği sosyolojik ve tarihi değerlerden soyutlayıp cımbızlayıp bugüne taşırsan gerçeklikten koparmış olursun. Atatürk’ün kurmuş olduğu kültür politikalarında tabi ki İslam Kültürü, Türk kültürü var fakat aidiyet duygusunu bütün topraklardaki medeniyetlere onların temsilcisi olmaya bağlamıştır. Bu konuda yaptığı çalışmalardan biri de 1930’lu yıllarda Fransa’da çıkarttığı bir dergidir. Atatürk Fransa’da yirmi tane kültür bilimci profesörle bir dergi çıkartmıştır ve kimsenin haberi yoktur.

‘Hayatta tek doğru yol bilimdir’ sözü Atatürk’e  ‘Herkesin inandığını sen bilmeye çalış’ sözü ise Hz. Muhammet’e aittir. Özellikle inanç konusunda ben okuduğum kutsal kitaplardan bir şeyler anlatıyorsam ve siz beni dinliyorsanız ben bundan rahatsız olurum. Çünkü Kuran aslında herkese geldi ve sen de okuyacaksın herkes okuyacak. Ama bazı kişiler okuyup insanlar onu dinliyorsa orada tiranlık başlıyor. Bilgiyi insanların karşısında güce dönüştürme başlıyor. Bu çok tehlikelidir. Her söylenilene inanmayacaksınız ve sorgulayacaksınız, araştırıp doğrusunu siz öğreneceksiniz. Yoksa biat kültürü başlar. Tapınma başlar.

  • Sizin gösterilerinize gelen kişi sayısıyla kitaplarınızı okuyan kişi sayısını hiç karşılaştırdınız mı? Siz aynı zamanda bu anlattıklarınızı yazıyorsunuz. Çok okunası kitaplarınız da var hiç böyle bir veri edinebildiniz mi?

S.A: Ben sahnedeyken bir saate bin kitabın ışığını sığdırıyorum, yani ben kitaplarımın gösterisini yapıyorum. Dolayısıyla benim her gösterim de kitap oluyor. Beni izleyenler arasında okurlarım var yeni okumaya başlayacak olanlar da var. Bu daçok güzel. Yani bir okurum yanında bir arkadaşını getiriyor o beni sahnede görüyor ve kitaplarımı okumaya başlıyor. Tabi sahnenin çok daha kolay ulaşılabilir bir yanı vardır. Görsellik daha etkileyicidir. Onu ben kitap okumaya iştah açıcı olarak kullanıyorum. O yüzden kitap okuyun, beni okuyun demiyorum ne okursanız okuyun. Çünkü okudukça okuma zevkiniz ve seçiciliğiniz ortaya çıkacaktır. Neyi okuyup okumamanız gerektiğine kendiniz karar vereceksiniz bir süre sonra. Onu size biri söylerse olmaz. Beni ya da kimseyi bir şey sanmayın. Bir ışık vardır yüzyıllardır elden ele taşınan, ben sadece o ışığı taşıyan bir elim. Önemli olan el değil ışığın kendisi. Onu sen niye taşımıyorsun? Ben söz veriyorum ki o ışığı taşıyacağım. Biz hangi kitaplarla büyüdük  Cin Ali. Okurken bile cin gibi ol mesajı verir. Şimdiki çocuk kitaplarına bakıyorum da saftirik serisi ( gülüyor)  Çizgi filmler de öyle, olumsuz örnekler çok. Ama bunu duyarlı anne babalar çözer. Yani pazara gittiğinde iyi domates kötü domates var. Sen iyi domatesi tanıyorsan doğrusunu alıyorsun. Kitap da böyle. Okul müfredatına giren çok doğru kitaplar da var çok yanlışlar da var.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun bütün kitapları, Zülfü Livaneli’nin bütün kitapları müthiştir. Kaç insan ömrüne bu kadar güzel filmler, müzikler, kitaplar sığdırabilir? Tek kişilik bir ordu gibi. Dünya çapında birisi.

Oyuncak Müzesi
  • Okul müfredatları için mutlaka edebiyatçıların fikri alınıyordur değil mi?

Hayır. Bunlar tamamıyla ideolojik, çıkar amaçlı, tanıdık yazarların kitapları kütüphanelere alınıyor maddi ilişkiler doğrultusunda. Haksızlık yapmayalım doğru şeyler de var, milli eğitim de çalışan doğru arkadaşlar da var elbette. Onlar da onun mücadelesini veriyorlar zaten. Eskiden televizyonların başında yazarlar vardı. Şimdi yazar kasalar var. Mesela ben Tv 8 de program yaparken beni oraya getirten baş danışmanı Atilla İlhan’dı. Şimdi Tv 8 de Acun var. Şimdi Acun benim patronum mu olacak? Olsun öyle kanallar da olsun ama bizim gibi insanlara program yapacak kanal da olsun. Kanal kalmadı.

  • Acun Ilıcalı size program teklifi ile gelse kabul eder misiniz?

Etmem. Çünkü onun topluma verdiği hiçbir şeyi doğru bulmuyorum. Orda bir enerji var para birikimi var, insanlara adada basit basit şeyler yaptırmak bunun üstünden prim yapmak bunlar yanlış şeyler. Benim en çok takdir ettiğim Savaş Karakaş’tır. Acun’la Kadıköy lisesinden de arkadaştır. Sabah şekerleri diye program sunarken ben ne yapıyorum diyerek bırakmış Çanakkale tarihini araştırmış bütün batıklara dalmış ve tarihi öğrenmiştir. Ben işte Savaş’ın alnından öperim.

  • Sizin radyoyu da çok sevdiğinizi biliyoruz. Bir zamanlar çok güzel programlar yaptınız, hiç kaçırmazdım.

Tabii seviyorum, çünkü radyo dinleyicisi televizyondan daha sadıktır. TV izleyicisi hovardadır, zapping yapar, oradan oraya geçer ama radyo dinleyicisi kanal değiştirmez.

  • Daha önce herhangi bir oyun ya da gösteri için Didim’e geldiniz mi?

Hayır, gelmedim. Bunu ancak davet alırsam düşünebilirim. Japonya’dan Kanada’ya kadar gitmediğim yer yok. Benim için misakı milli esastır. Van’dan Edirne’ye kadar her yere gittim. Seyirci ve salon varsa her yere giderim. Ama bunu Didim’in talep etmesi gerekiyor. Talep olmadan ‘’ben geldim’’ denmez ki.

  • Her sene Atınkum’da düzenlediğimiz Geleneksel Yazarlar Festivalimiz var. Siz kitap imzalamaya katılmış mıydınız? Mümkünse sizi davet etmek istiyorum festivalimize.

Çok teşekkür ederim ama ben kitap imzalama günlerine katılmıyorum. Çünkü orayı işgal ediyorum. Genç bir yazar, orada duruyor, kimse yok önünde. Benim önümde kuyruk oluyor, ben utanıyorum sıkılıyorum. Kitap fuarları önemli, gidilmeli, genç yazarlar keşfedilmeli.

  • Yerel yönetimlerde kamuda plaket yerine siz ne verilmesini önerirdiniz?

Plaket verilecek kişi adına okuldaki çocuklara burs verilsin.

  • Burs maliyetli olur sanki biraz, oyuncak olsa nasıl olurdu?

Oyuncak da maliyetli ama yerel yönetimler de o yöreye özgü bir yaşmak olur, bir başörtüsü olur, bir çorap da olur belki bir şal olur.

  • Şimdi ben sizden Didim’le ilgili birkaç cümle alabilir miyim son olarak? Didim dendiğinde aklınıza ilk hangi kelimeler düşüyor?

Huzur, dinginlik, ufuk, bilgi, büyük bir kültür büyük bir medeniyet. Güleryüz, sohbet ve Umut. Bilginin olduğu yerde mutlaka umut vardır.

Sevgili Sunay Akın’a ilgisi samimi sohbeti ve tüm öğretileri için İdea Okurları adına çok teşekkür ederim.

İstanbul / Oyuncak Müzesi / 2017

Haber Röportaj : Umut Karabacılı / Fotoğraflar: Hicran Vuslat Şenel

Umut Karabacılı – Sunay Akın

MONTH INTERVIEW ‘SUNAY AKIN’

Poet,author,journalist,social scientist,researcher,theater actor,social scientist,museum founder,real bibliophile,knowledgeable,he has too many beautiful charcters…beautiful man,art and idea master,real entellectual,strong expression ability,modest,brave…

How can we explain  SUNAY AKIN ?

He told himself greatly..The main thing is story..I am a literary writer..A writer should know 

history,sociology,philosophy,geography,psychlogy..For this reason ı use these disciplines..Symphony is important,you should be very good composer.You can play an enstrument very well but it doesnt mean you are a good composer.I am a composer.So history, literature, geography, philosophy, psychlogy these are my enstruments…Sometime there is wrong note but it can be correctable…

Konular

E- Bülten

    Sosyal IDEA

    Bizi takip edip yalnız bırakmayan siz değerli okuyucularımıza teşekkür ederiz.